Bir Mafya Hikâyesinden Fazlası: The Sopranos ve Varoluşun Karanlık Çizgisi

Bir Mafya Hikâyesinden Fazlası: The Sopranos ve Varoluşun Karanlık Çizgisi

GİRİŞ:

The Sopranos’un yeri bende çok ayrı oldu. Diziyi bitireli daha bir hafta bile olmadı; hâlâ etkisinden çıkmış değilim. İlk sezondan son sezona kadar temposunu koruyan ve giderek karanlıklaşan bu dizide; şoklar, öfke, hüzün, kahkaha—tüm duygular—melez bir biçimde izleyene yaşatılıyor. Terapi sahneleriyle biz izleyenlerin de kendimize sorular yöneltmesine vesile olması da cabası. The Sopranos kesinlikle bir başyapıt. Bu yazıda ise Tony Soprano’nun güç istencinin kaynağını, aile ilişkilerini ve kendisiyle yüzleşmesini inceleyeceğiz ve biraz üzerine düşüneceğiz. Ve özellikle belirtmem lazım ki The Sopranos gibi bir başyapıtın, özellikle Tony gibi bir karakterin analizini tek bir blog yazısında yazmak imkansız olurdu. O zaman fazla uzatmadan başlayalım.

The Sopranos, 80’ler ve 90’ların klasik mafya anlatısını kökten kıran, televizyon dünyasında bir dönüm noktası olan derin ve zengin bir yapım. Dizide, Jersey bölgesindeki mafya ailesi, bir avuç capo(Lider) ile eski usul “raconu” yani o geleneksel mafya düzenini sürdürmeye çalışır. Ancak gerçek şu ki, o eski düzen çoktan sona ermiştir. Tony Soprano ve ekibi ise buna inanmak istemez; aslında büyük bir illüzyonun içinde, kendi kendilerini kandırmaktadırlar. Bu inatçı tutum, onların iç çatışmalarının ve trajedilerinin temelini oluşturur. The Sopranos, sadece mafyanın modern yansımalarını anlatmakla kalmaz; aile içi dinamikler, güç ilişkileri, Amerikan rüyasının karanlık yüzü ve bireyin kimlik savaşı gibi temaları da ustalıkla işler. Tony’nin güç istenci ve kimlik krizi; depresyon, anksiyete ve terapi sahneleri aracılığıyla psikolojik derinlik kazanır. Dizide kuşak çatışmaları, kadınların kimlik arayışı, şiddetin sıradanlaşması ve etik ikilemler gibi karmaşık unsurlar yan yana gelir. Ayrıca rüya sahneleri, semboller ve sinematografik anlatım teknikleri ile izleyiciyi derinlemesine bir psikolojik yolculuğa çıkarır. Tüm bunların üzerine, The Sopranos Amerikan televizyonuna benim de çok sevdiğim bir konsept olan anti-kahraman kavramını kazandırmış, uzun soluklu karakter gelişimiyle dizilere yeni bir soluk getirmiştir. Bu sayede, güç arzusunun toplumsal yansımalarını ve mafya yapısının Amerikan kültüründeki yerini sorgular. Sonuç olarak, dizi sadece bir mafya hikayesi değil; aile, toplum ve birey arasındaki çatışmaların ve insanın değişip değişemeyeceği sorusunun da çarpıcı bir anlatımıdır.

Sosyopat Çocuğun Borderline Annesi:

Livia, dizide karşısındakini bir anda değersizleştirip hemen ardından yüceltebilen, son derece manipülatif bir figürdür. Oğlunu gerçekten sevmez; onun zayıf yanlarını ve hatalarını sürekli arar. Bu hataları bulduğunda ise annelik rolünü kullanarak duygu sömürüsüne başvurmaktan çekinmez. Tony’nin depresyonunu ve panik ataklarını küçümseyip değersizleştirir; çünkü onun için hayattaki tek gerçek olan şey, kendi mağduriyetidir. Bu “kurban rolü” dizinin ilerleyen bölümlerinde özellikle önem kazanır; çünkü Tony de finale doğru tıpkı annesi gibi bu role bürünmeye başlar.

Tony, yaptığı kötülükleri, sergilediği sosyopatik davranışları, depresyonu ve travmalarını ardına sığınarak vicdanını rahatlatmaya çalışır ama bu davranışlarından vazgeçmez. Aksine, güç kazandıkça yozlaşır, şüpheci olur ve kontrol arayışı artar. Annesi Livia’nın geçmişte eşinin onu aldatması ve onu sevmemesi gibi nedenlerle kendi içsel ezikliğini gizlemek için kurban rolüne sığınması gibi, Tony de kendi travmalarını ve zayıflıklarını gerekçe göstererek bu karanlık yanlarını meşrulaştırır. Böylece vicdan azabının ardındaki sığınaklar giderek güçlenir.

Sosyopat Babanın Borderline Oğlu:

AJ aslında aile içinde bir varoluş krizi yaşayan bir çocuktur. Onun bu ailede yeri yok gibi hisseder. Ablası Meadow’un gölgesinde yetiştiğini hisseder. Meadow başarılı, disiplinli, örnek gösterilecek biridir. Ama AJ öyle değildir. AJ sanki yaptığı her eylem yüzünden yargılanan, sözüne inanılmayan biri gibidir; ailesi gözünde erken ergenlikte bir ‘zayıf’ olarak görülür. Ergenliğinin ortalarında ise derin bir boşluğa düşer. Bu sebeplerden hayatta ne yapacağını bilemeyen, daha doğrusu gerçek hayatı da pek bilmeyen kırılgan, ‘zayıf’ bir insana dönüşür. Uyuşturucu kullanımı, alkolizm, annesini ciddiye almaması hatta hakarete varan kavgalar AJ’in bu durumundaki dışa vurumlardır. AJ’nin bu durumundaki en büyük sorumluluk babası Tony’e aittir.

Dizinin ilk sezonlarında AJ panik atak geçirir ve bayılır. Bu olay sonucunda Tony, Dr. Melfie’ye oğluna bozuk gen bıraktığına, oğluna hastalıklı miras bıraktığına dair yanar ve kendini suçlar. Ama unutmayalım, Tony ilk sezonlarda henüz güç tarafından çok yozlaşmamıştır. Bunun en büyük sebebi, yakın arkadaşı Pussy’nin ihanetiyle henüz yüzleşmemiş olmasıdır. Pussy onun çocuklukta çok yakın arkadaşıydı ama FBI’a aileyi satmıştır. Pussy’nin ihaneti Tony üzerinde derin bir psikolojik travma yaratır. Çocukluk arkadaşı, en güvendiği adam olmasına rağmen FBI’a aileyi satması, Tony’nin dünyasını alt üst eder. Bu ihanet, Tony’nin güven duygusunu paramparça eder; şüpheciliği artar ve kimseye tam anlamıyla güvenemeyeceğini acı bir şekilde öğrenir.

Fakat güç Tony’yi yozlaştırdıkça, şüpheciliği artar. Sadece işinde değil, aile içinde de iktidarını korumaya çalışır. Ve bir babanın aile içinde iktidarının en büyük ortağı oğludur. Son sezonlara doğru Tony güç kazandıkça, oğlunu bile iktidarına karşı tehdit olarak görür. Onu bu sebeple ezer, küçümser, tıpkı kendi annesi gibi.

Oysa AJ sadece babasından şefkat, sevgi ve anlayış bekler. Tony’nin çelişkisi de buradadır; oğlunun güçlü olmasını ister, onun gibi iktidar sahibi, ‘erkek’ olmasını arzu eder. Ama içten içe bu onu korkutur. Öte yandan böyle olmadığı için; zayıf, korkak, bilgisayar başında mesajlaşırken kız gibi güldüğü için oğlundan utanır, onu değersizleştirir. Tüm bu iki kutup arasında, üstüne bir de annesinin AJ’den beklentileri eklenince, AJ iki zıt kutup arasında sıkışan, uçlarda kaybolmuş bir bireye dönüşür. Ve belki de dizideki en etkileyici ve dramatik sahnedeki eylem olan ‘intihara’ sürüklenir. Bu, AJ için bir yardım çığlığıdır: ‘Ben de varım, beni görün!’

Sonunda o sahnede Tony onu kurtarır. AJ o kadar histerik ağlar ki, izleyici onun şefkate ve sevgiye olan ihtiyacını iliklerimize kadar hissederiz. Ama Tony’nin onu ‘bebeğim’ diye teselli etmesi samimi değildir. Bu olayın ardından Tony eşi Carmela’ya depresif hissettiğini söyler ve ilgi bekler. Sonra sahnede terapide tekrar oğlundan ne kadar utandığını anlatır. Bu durum Tony’nin artık gerçek yüzünü saklamadığının ve kendi karanlığına kendini iyice teslim ettiği noktadandır. Ve tıpkı annesi Livia’nın mirası olan hasta, panik ataklı, depresif Tony ve onun mirası olan AJ de babasından pek farklı olmaz.

WHERE İS MY ARC?

The Sopranos’un belki de en unutulmaz anlarından biri, Christopher’ın Paulie’yle yaptığı kısa ama çarpıcı bir konuşmada gizlidir. Christopher, “Hiç hayatında iyi bir şey olmayacakmış gibi hissettin mi?” diye sorar. Paulie, evet der ama ekler: “Olsun, ben hâlâ hayattayım, yaşıyorum.” Bu yanıt, Paulie’nin dünyasını özetler: nefes almak bile yeterlidir. Ancak Christopher için bu, tatmin edici bir cevap değildir. O yalnızca yaşamak istemediğini, anlam aradığını söyler. Ardından, dönüp Paulie’ye senaryo kitaplarında her karakterin bir “arc”ı olduğunu, yani bir gelişim, bir yolculuk çizgisi bulunduğunu söyler: “Peki ya benimkisi ne?” Bu sahne, Christopher’ın kendi varoluşsal çıkmazını, hayatının bir hikâye gibi ilerlemesini ummasını ama o hikâyenin hangi yöne gittiğini bilmemesini tüm çıplaklığıyla gösterir. Aynı zamanda onun trajedisini de işaretler: Christopher, aslında kendi arc’ını bulamayacak bir karakterdir. 

Chris’in “Where is my arc?” sorusu, aslında yalnızca bir senaryo terimi değil, onun tüm varoluşsal sancısının özeti gibidir. Bu cümle, kariyerinin, dostluklarının ve kişisel hayatının karmaşasında kaybolmuş bir adamın, kendi hikâyesinin yönünü arayışını sembolize eder. Başlangıçta Tony’nin yanında yer almak, ona sadakat göstermek ve o dünyada yükselmek isteyen Chris, zamanla şiddet, suç ve bağımlılık sarmalında kendi idealist hayallerini yitirir. “Where is my arc?” sorusu, karakter gelişiminin durağanlaştığını, hatta geriye gittiğini fark eden birinin çaresizliğini yansıtır. Çünkü bir yandan Tony’nin gölgesinde yükselme arzusu, diğer yandan kendi hayatının arzuları arasındaki çatışma, Chris’in yolunu yani “arc”ını kaybetmesine yol açar.

WHERE İS HİS ARC?

Tüm bu yükselme arzusu içinde Chris ise Tony’ye karşı içten içe bir öfke besler. Ölen sevgilisi Adriana ile Tony arasında bir dönem cinsel birliktelik yaşandığına dair bir şüphe vardı. Bu konuda Tony ile yüzleşmişler, aralar biraz gerilmiş ama mevzu kapanmıştı. Fakat Chris, son sezonda yapımcılığını üstlendiği filmde bu konuyu işler. Başrol oyuncusu birebir Tony’ye benzemektedir ve filmin sonunda bu Tony’ye benzeyen başrol vahşice öldürülür. Bu durum, Tony’de Chris’in ona karşı yıllardır beslediği öfke ve kin ihtimalini tetikler.

En yakını, öz yeğeni gibi sevdiği adam Chris’i, uyuşturucu etkisinde araç kullanırken yaşadığı kazada, Chris ondan yardım isterken, Tony gözünü kırpmadan soğukkanlı biçimde onu öldürür. Bu olay dışarıya sadece bir trafik kazası olarak yansır ama Tony için derin bir dönüm noktasıdır.

Bu trajik olaydan sonra Tony kafasını dağıtmak ve Chris’in Vegas’taki işini halletmek için Vegas’a gider. Arkadaşlarına Chris’in bir işi olduğunu söyler ama aslında mevzu Chris’in metresidir. Tony onunla sevişir, kumar oynar ve sonunda beraber asit (LSD türü bir madde) alırlar. Tony uyarıcı etkisinde arabasını Vegas’ın kanyonlarına sürer. Gün batımını izler, bir an gelir güneş gözünün önünde patlar. Tony, yavaşça ayağa kalkar ve bağırır: “I get it!” Yani anladım!

Dizi bize bu “I get it” sahnesinin tam anlamını açıklamaz ama rahatlıkla çıkarabileceğimiz yorum şudur: Tony artık değişmeyeceğini, hayatında depresyona, panik ataklara ve aile travmalarının arkasına sığınarak yaptığı her kötülüğün yanına kar kaldığını ve kefaretini ödemediğini fark eder. İçindeki o en karanlık parçayla kendi yöntemiyle, en çıplak haliyle yüzleşir ve bağırır: “I get it!”

Tony’nin yaşadığı bu içsel çatışma ve yüzleşme, dizinin en vurucu noktalarından biri olarak kalıyor. Güç istenci, yozlaşma, aile içi karmaşa ve ihanetin içinde boğulurken, Tony hiçbir zaman gerçek anlamda değişemediğini fark ediyor. “I get it” sahnesiyle izleyiciye bıraktığı o ağır yük, aslında insanın kendisiyle ve geçmişiyle hesaplaşmasının kaçınılmazlığını simgeliyor. Ve en sonunda Tony, o yükün altında bir enkaz gibi kalarak kendini o gerçeğe teslim ediyor.

KAPANIŞ:

The Sopranos, yalnızca bir mafya dizisi değildi; televizyon anlatımının çehresini değiştiren, “dizi” kavramına sinematik bir derinlik kazandıran bir başyapıttı. Karakter gelişimindeki sabır, ahlaki ikilemlere cesurca giren hikâye dili ve seyirciyi rahatsız etmekten çekinmeyen yapısıyla, televizyonu sinema kadar ciddi bir sanat formuna taşıdı. Tony Soprano’nun terapist koltuğunda geçen sahnelerden, aile sofrasındaki gergin sessizliklere kadar her detay, hem karakterin hem de türün sınırlarını genişletti. Breaking Bad, Mad Men ve The Wire gibi diziler, bu açılan yolda yürüyerek televizyonun altın çağını inşa ettiler. Ancak temelleri atan, risk alan ve izleyiciyi “mafya hikâyesi” bahanesiyle insan ruhunun en karanlık köşelerine sokan ilk eser hep The Sopranos oldu.

Ve unutmadan; ”Don’t stop beli-….”

Hey merhaba 👋
Tanıştığımıza memnun oldum.

Her ay, gelen kutunuza harika içerikler almak için kaydolun.

İstenmeyen posta göndermiyoruz! Daha fazla bilgi için gizlilik politikamızı okuyun.

Comments

No comments yet. Why don’t you start the discussion?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir